Altın şehir Eldorado
Sisli insanlık tarihimizin içindeki bazı gerçekler bizlere efsaneleşerek ulaşıyor olabilir mi? Günümüzde bunu düşünmeye hiçbirimizin vakti yok.
Ama efsanelerde ya gerçeklik payı varsa?
Altın yaldızlı hükümdarın yaşadığı altın şehir El Dorado efsanesi kulaklara belki çok masalsı gelebilir. Hatta yüzyıllardır kulaktan kulağa anlatılanlar Kolombiyalı bir yerlinin Avrupalı istilacı ve yağmacılardan uygarlığının son kalıntılarını kurtarmak için uydurduğu etnik ve metruk bir masal dahi olabilir.
Güney Amerika yerlileri altına nasıl ulaştıklarının ve büyük uygarlıklarını nasıl adeta altından döşediklerinin mantıklı bir açıklamasını hiçbir zaman yapamamışlardır.
Tanrılarının teri ve gözyaşlarıydı onlara göre altın…
Büyük tapınaklarının inşasında, çiçekleri ve yaprakları bile altından yapılma bahçelerinde gökselliği işaret eden sütunlarda, seremoni eşyalarının tamamında, giysi ve aksesuarlarında kullandıkları altın için atalarına çok minnettar olduklarını sessizce fısıldarlardı.
Tanrılarının bir armağanı olan altının kozmik bir anlamı ve mesajı vardı onlar için.
Kaşiflerdeki istila ve sahiplenme hısrının doruğa çıkaran tek gerekçe yeni dünyanın altın efsaneleridir.
Ve altının bulunduğu yer elbette cennet olmalıydı.
Ama kaşifler yeni dünyaya silahları ve dini ön yargıları ile yelken açtıklarında doğrusu hiç de cennetkil niyetlerle donanmamışlardı.
Başta Kristof Kolomb olmak üzere Güney Amerika’nın yerli kültürü ile buluşan kaşifler, onların kurduğu büyük uygarlıkları anlamaya çalışmadılar bile.
Oysa yerlilerin sahip olduğu altın, uygarlıklarının en doğal parçası sayılıyordu. Ve en önemlisi, bu madene Avrupalılar gibi bir anlam yüklemedikleri açıkca belli oluyordu. Onlar altını ilahi bir simge olarak benimsemişlerdi.
Uygarlıklarının ilahi saflığını ve kozmik bütünlüğünü bu maden ile teşhir ediyorlardı dış dünyaya. Altın bu insanların Tanrıyla olan bağlantılarının bir belirtisiydi.
Tanrılarıyla, ölen atalarıyla ve doğayla ve doğayla konuşan dini liderleri (şamanlar) başlarına altından bir halka takarlar ve bu altın halkanın gücü sayesinde bilme güçlerinin arttığına inanırlardı. Evrenin söylediklerini duyabilmek için doğayla insan arasında aracılık eden altın madenin saf tınısına gereksinimleri vardı.
Şamanlar, halklarını her türlü dünyasal ve kozmik olaylar hakkında bilgilendirirken bu madenden yararlanıyorlardı. Bu yüzden Güney Amerika yerlileri için altın madeni, bir süs eşyası ya da kişisel bir güç temsilciliğinden çok bilimsel bir kimliğe sahipti.
Kuşkusuz Güney Amerika yerlilerinin doğayla altın madeni arasında kurdukları ilişki Avrupalı birinin madeni arasında kurdukları ilişki Avrupalı birinin anlayacağı türden bir ilişki biçimi değildi.
Avrupalı için altın tek bşr şey ifade ediyordu:
“Diğerlerinden güçlü olmak.
Özellikle dini otoriteler ve Avrupa’nın kraliyet sahipleri himayelerindeki kaşiflerin bu altınlara ulaşabilmeri için her türlü zorluğu ve zorbalığı açıkca yasak olarak ilan etmişlerdi. Ünlü El Dorado efsanesi Avrupalının keşif arzusunun en tozu dumana kattığı yıllarda zuhur etmişti.
Kristof Kolomb yeni dünya yerine, Hindistan’a ulaştığını zannededursun, ülkesine bu yeni diyarların haberlerini götürmek için geri döndüğündeyanında pek çok ağız sulandıran hikaye de getirmişti.
Dedikodular çabuk yayıldı ve çok geçmeden nerdeyse bütün bir İspanya halkı Kolomb’un gözler,yle gördüğü, altından yapılmış şehirleri konuşur oldu.
Onunla başlayan altın şehir söylenceleri sonradan Francisco Pizarro ve Hernan Cortes ile ayyuka çıktı.
Bu insanlar marifetiyle, Aztek ve İnka uygarlıklarının altından yapılmış güzide eserlerinin neredeyse tamamına yakını eritilip yüz milyonlarca dükalık servete dönüştürüldü.
Bununla yetinmeyen kaşifler ve yanlarındaki gemiciler hala tatmin olamamışlardı. El Dorado’nun izni bulamadıkların inanıyorlardı. Tanık oldukları altın imparatorlukları onların hırsını frenlemek yerine, daha da çoğaltmıştı.
Altınlar ele geçirildikçe büyüyen El Dorado efsanesi, günün birinde yerlinin gemicilerinden birine Kolombiya’da yaygın bir hikayeyi anlatmasıyla iyice alevlendi.
Hikayeye göre; bir zamanlar Kolombiya’da yaşayan bir kral vardı. Bu kral altın şehirin altın hükümdarıydı ve her sabah vücuduna sürdüğü bir yağın üzerine altın tozu serper, bütün gün bununla dolaşırdı. Güneşin ilk ışıkları ile birlikte sarayının yakınındaki göle gider, orada yıkanır ve birkaç saat geçmeden yeniden altınlaşırdı.
İşte bu fantastik hikaye Avrupalı gemicilerin amazonun daha da içlerine doğru hareket etmelerine neden oldu. Hastalık ve açlığa razı olarak isterik bir ruh hali içinde El Dorado’nun altın kapılarıyla karşılaşmayı ve orayı yağmalamyı hayal etmeye başladılar.
O gün bu gündür maceraperestler, gezginler, arkeologlar ve diğer niyeti belirsizler(!) hala El Dorado efsanesinin izni sürerler. Ama bilmezler ki altın şehir ve altın hükümdar El Dorado’ya ulaşmak için en az altın kadar saf olmak gereklidir.
Gerçekte dünyanın her yerinde bir El Dorado efsanesi hüküm sürmektedir.
İstanbul şehrinin altınları Haliç’te gömülüdür.
Frigya kralı Midas’ın dokunduğu her şeyi altına çeviren dileği nehrin sularında yıkanmasıyla son bulur, El Dorado mitini anımsatırcasına.
Simyanın değersiz madenleri altına dönüştürmekten ziyade, kendini altın bir bilince dönüştürmenin gerçek amaç olduğunu fark eden bir simyager gibi, El Dorado efsanesinin kendiş şbsaba sunuşu da, bir bakıma altın kadar saf ve her zaman ışığını koruyan bir insan olunduğunda onun keşfedileceği ile ilgili olmasıdır. Bu yüzden soruyu yeniden sormak gerekebilir, “El Dorado gerçekten var mıdır” diye. Dünya üzerinde olsun olmasın, eğer efsanevi altın şehir ve altın yaldızlı hükümdar içimizde bir yerlerde mutlaka vardır.
Mecazi olarak kendi hazinelerimizi keşfetmeki dahası fark etmek bunun için kıymetli değil midir? Ve kim bilir, belki de El Dorado insan bilincinin değişerek, dönüşerek ve gelişerek varabileceği altın noktasıdır.
Kaynak: Bilgi güçtür, paylaştıkça büyür